22 Aralık 2015 Salı

Modernizm ve Cinnet: Walkabout

“Seni ayakta tutmaya yetecek kadar güzelliklerle dolu bir yaşam sürmeni diliyorum. Aydınlık bir bakış açısına sahip olmana yetecek kadar güneş diliyorum. Güneşi daha çok sevmene yetecek kadar yağmur diliyorum. Ruhunu canlı tutmaya yetecek kadar mutluluk diliyorum. Yaşamdaki en küçük zevklerin daha büyükmüş gibi algılanmasına yetecek kadar acı diliyorum. İsteklerini tatmin etmeye yetecek kadar kazanç diliyorum. Sahip olduğun her şeyi takdir etmene yetecek kadar kayıp diliyorum. Son elvedayı atlatmana yetecek kadar merhaba diliyorum." (Aborjin Duası)


Avustralya'da Aborjinler 16 yaşına basan erkek çocukları çöle gönderirler. Aylarca çölde avlanarak hayatta kalmak zorunda olan erkek Aborjinler gerekirse hemcinslerini bile öldürebilirler. Aborjinlerin “Çöl Gezintisi” ismini verdiği bu gelenek günümüz tüketim toplumu için ilkel gözüken, vahşi ve gereksiz bir eylemken, Nicolas Roeg, 1971 yapımı bu başyapıtında, bu gelenekten övgüyle bahseder. Roeg bu filmi ile medeniyeti yerin dibine sokar, kurtuluş anahtarını ise çölün o bitmek tükenmek bilmeyen coğrafyasına gizler.

Filmin kısaca modern olan ile ilkel olanın savaşımını dert edindiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Modern yaşamın en önemli temsili olan büyük şehirleri gözümüzde canlandırmaya çalıştığımızda genelde ilk olarak, trafikte birbiri ardına dizilmiş arabalar, rahatsız edici bir gürültü ve tabi ki kalabalıklar düşer aklımıza. Roeg medeniyet taşlaması olarak nitelendirebileceğimiz bu eserinin giriş kısmında bu kasvetli atmosferi tam da bu malzemeleri kullanarak usta bir biçimde aktarır. Kalabalıkların içindeki aileyi bize gösterir. Ve onların hayatlarına giriş yaparız. Eve girdiğimizde ilk ilgimizi çeken şey radyodur. Roeg radyoda anlatılanlarla, bizi nasıl bir film beklediğinin sinyalini de vermiş olur. Radyoda anlatılanlar oldukça ironiktir. Nadir görülen(!) Ortolan kuşunun doğal olmayan ortamlardan sofralara kadar geçen sürede yaşadıkları anlatılır radyoda. Ve bu anlatı anlatan için gayet normaldir. Ama biliriz ki teknoloji doğal olana karşı bir savaş açmıştır, bu savaş doğal olanı daha pratik hale getirme amacıyla başlatılmış gayet iyi niyetli bir savaş olsa da, kapitalizmin getirileriyle birlikte bu gayet saldırgan bir noktaya dönüşmüş. Adeta bir canavar oluşturulmuştur. Roeg radyoyu kullanarak bize modern toplumu bir örnekle tasvir eder. Filmin başından beri sıkıntılı olan baba, kızı ve oğluyla birlikte çölün ortasında arabanın içinde görülür. Radyo bu sahnede yine bize eşlik eder ve balık bıçağı ile et bıçağı arasındaki farkı dinleriz anlamsızca. Radyonun bu iki sahnede de önemi açıkça bellidir. Karakterler arasındaki iletişim çok azdır ve bu sessizliğe bir alternatif gereklidir, bunu da radyonun sesi sağlar.

Filmin giriş jeneriğinden itibaren süregelen bu rahatsız edici gerilim ise bir katharsise ihtiyacı duyar. Baba, oyuncak tabancası ile oynayan çocuğunun üstüne ateş açar ve bu ironik sahne ile katharsis gerçekleşir. Babanın cinnet geçirmesi ve kendini öldürmesi çocukları için bir geçişi temsil eder. Baba figürü ortadan kalkmıştır, modern yaşamın sağladığı kolaylıklar çölün o ıssız atmosferinde bulunmamaktadır ve hayatta kalmaları gerekir. Ancak bu hiç kolay değildir. Sonuç olarak her iki kardeşinde gücü tükenir, çölde şans eseri rastladıkları bir ağacın gölgeliğinde su ve yiyecek bulurlar. Babanın ölümünden sonra gerçekleşen medeniyetten kopuş bu sahnede doruk noktasına ulaşır. Çölde yapayalnızlardır, şans eseri buldukları yiyecek ve su zamanla tükenir. Uygarlık doğa karşısında tekrar yenilgiye uğrar ve karşılarına bir kurtarıcı çıkar. 

En temel ihtiyaçları olan suyu bile elde etmek konusunda beceriksiz olan birey, vahşi ve cahil olarak gördüğü aborjini takip eder. Roeg bu anlatımı film boyunca çeşitli örneklerle destekler. Sürekli bir kıyas görülür. Hava durumunu ölçmek için gelen ekibin, görevli kadının dekoltesini görebilmek için giriştikleri komik eylemlerden, çırılçıplak bir şekilde suya giren kızın görüntülerine kesme yapılır. Doğa sansürlemez, açığa vurur. Fakat sonradan gelen bilgi sansürü yaratır ve medeni birey bu sansürleneni aşmak için kırk takla atar. Bu ilginç kesmeler aborjinin avlanması sırasında da görülür. Aborjin beslenme amacıyla avlanır ve tek bir avla yetinir ama bu işi meslek edinmiş avcılar adeta katliam yaparlar. Bu sahnelerle yönetmenin sormak istediği soru açıkça bellidir: “Hangi yaşam daha vahşi?”

Bizim için filmdeki en önemli karakter ise şüphesiz küçük çocuktur. Kız artık modern yaşamdan ayrı bir alternatif düşünemez, baba ise bu yaşama katlanamayarak intihar etmiştir. Aborjin bize alternatif olanı gösterir ve küçük çocuk daha önce hiç karşılaşmadığı bu alternatif yaşama karşı koymadan yönelir. İlginç bir şekilde ablası, aborjin ile hiçbir şekilde iletişim kuramazken, o adeta bir çevirmen görevi görür. Modern yaşamın dişlileri onu henüz öğütmemiştir. Seyirci için böylesine bir mesaj günümüz yaşam koşullarını göz önünde bulundurduğumuzda çok romantik gelse de, yönetmen bunun tam olarak farkında olup bizlere bir sancıyı betimler, tam anlamıyla bir çözüm üretmez. Çölden kurtulan o iki kardeşin tekrar topluma katılacağını ve teknolojiye dayalı yaşama geri döneceğini biliriz. Asıl önemli olan bu bilgi değildir. Önemli olan filmin finalinde gördüğümüz gibi çöle özlem duymak ve doğadan kopuşun yarattığı eksiklik duygusunu son kertesine kadar hissetmektir.