“Seni ayakta tutmaya yetecek kadar güzelliklerle dolu bir
yaşam sürmeni diliyorum. Aydınlık bir bakış açısına sahip olmana yetecek kadar
güneş diliyorum. Güneşi daha çok sevmene yetecek kadar yağmur diliyorum. Ruhunu
canlı tutmaya yetecek kadar mutluluk diliyorum. Yaşamdaki en küçük zevklerin
daha büyükmüş gibi algılanmasına yetecek kadar acı diliyorum. İsteklerini
tatmin etmeye yetecek kadar kazanç diliyorum. Sahip olduğun her şeyi takdir
etmene yetecek kadar kayıp diliyorum. Son elvedayı atlatmana yetecek kadar
merhaba diliyorum." (Aborjin Duası)
Avustralya'da Aborjinler 16
yaşına basan erkek çocukları çöle gönderirler. Aylarca çölde avlanarak hayatta
kalmak zorunda olan erkek Aborjinler gerekirse hemcinslerini bile öldürebilirler.
Aborjinlerin “Çöl Gezintisi” ismini verdiği bu gelenek günümüz tüketim toplumu
için ilkel gözüken, vahşi ve gereksiz bir eylemken, Nicolas Roeg, 1971 yapımı
bu başyapıtında, bu gelenekten övgüyle bahseder. Roeg bu filmi ile medeniyeti
yerin dibine sokar, kurtuluş anahtarını ise çölün o bitmek tükenmek bilmeyen
coğrafyasına gizler.
Filmin kısaca modern olan ile
ilkel olanın savaşımını dert edindiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Modern
yaşamın en önemli temsili olan büyük şehirleri gözümüzde canlandırmaya
çalıştığımızda genelde ilk olarak, trafikte birbiri ardına dizilmiş arabalar,
rahatsız edici bir gürültü ve tabi ki kalabalıklar düşer aklımıza. Roeg
medeniyet taşlaması olarak nitelendirebileceğimiz bu eserinin giriş kısmında bu
kasvetli atmosferi tam da bu malzemeleri kullanarak usta bir biçimde aktarır. Kalabalıkların
içindeki aileyi bize gösterir. Ve onların hayatlarına giriş yaparız. Eve
girdiğimizde ilk ilgimizi çeken şey radyodur. Roeg radyoda anlatılanlarla, bizi
nasıl bir film beklediğinin sinyalini de vermiş olur. Radyoda anlatılanlar oldukça
ironiktir. Nadir görülen(!) Ortolan kuşunun doğal olmayan ortamlardan sofralara
kadar geçen sürede yaşadıkları anlatılır radyoda. Ve bu anlatı anlatan için
gayet normaldir. Ama biliriz ki teknoloji doğal olana karşı bir savaş açmıştır,
bu savaş doğal olanı daha pratik hale getirme amacıyla başlatılmış gayet iyi
niyetli bir savaş olsa da, kapitalizmin getirileriyle birlikte bu gayet
saldırgan bir noktaya dönüşmüş. Adeta bir canavar oluşturulmuştur. Roeg radyoyu kullanarak bize modern
toplumu bir örnekle tasvir eder. Filmin başından beri sıkıntılı olan baba, kızı
ve oğluyla birlikte çölün ortasında arabanın içinde görülür. Radyo bu sahnede
yine bize eşlik eder ve balık bıçağı ile et bıçağı arasındaki farkı dinleriz
anlamsızca. Radyonun bu iki sahnede de önemi açıkça bellidir. Karakterler
arasındaki iletişim çok azdır ve bu sessizliğe bir alternatif gereklidir, bunu
da radyonun sesi sağlar.
Filmin giriş jeneriğinden
itibaren süregelen bu rahatsız edici gerilim ise bir katharsise ihtiyacı duyar.
Baba, oyuncak tabancası ile oynayan çocuğunun üstüne ateş açar ve bu ironik
sahne ile katharsis gerçekleşir. Babanın cinnet geçirmesi ve kendini öldürmesi
çocukları için bir geçişi temsil eder. Baba figürü ortadan kalkmıştır, modern
yaşamın sağladığı kolaylıklar çölün o ıssız atmosferinde bulunmamaktadır ve
hayatta kalmaları gerekir. Ancak bu hiç kolay değildir. Sonuç olarak her iki
kardeşinde gücü tükenir, çölde şans eseri rastladıkları bir ağacın gölgeliğinde
su ve yiyecek bulurlar. Babanın ölümünden sonra gerçekleşen medeniyetten kopuş
bu sahnede doruk noktasına ulaşır. Çölde yapayalnızlardır, şans eseri
buldukları yiyecek ve su zamanla tükenir. Uygarlık doğa karşısında tekrar
yenilgiye uğrar ve karşılarına bir kurtarıcı çıkar.
En
temel ihtiyaçları olan suyu bile elde etmek konusunda beceriksiz olan birey,
vahşi ve cahil olarak gördüğü aborjini takip eder. Roeg bu anlatımı film boyunca
çeşitli örneklerle destekler. Sürekli bir kıyas görülür. Hava durumunu ölçmek
için gelen ekibin, görevli kadının dekoltesini görebilmek için giriştikleri
komik eylemlerden, çırılçıplak bir şekilde suya giren kızın görüntülerine kesme
yapılır. Doğa sansürlemez, açığa vurur. Fakat sonradan gelen bilgi sansürü
yaratır ve medeni birey bu sansürleneni aşmak için kırk takla atar. Bu ilginç
kesmeler aborjinin avlanması sırasında da görülür. Aborjin beslenme amacıyla
avlanır ve tek bir avla yetinir ama bu işi meslek edinmiş avcılar adeta katliam
yaparlar. Bu sahnelerle yönetmenin sormak istediği soru açıkça bellidir: “Hangi
yaşam daha vahşi?”
Bizim
için filmdeki en önemli karakter ise şüphesiz küçük çocuktur. Kız artık modern
yaşamdan ayrı bir alternatif düşünemez, baba ise bu yaşama katlanamayarak
intihar etmiştir. Aborjin bize alternatif olanı gösterir ve küçük çocuk daha
önce hiç karşılaşmadığı bu alternatif yaşama karşı koymadan yönelir. İlginç bir
şekilde ablası, aborjin ile hiçbir şekilde iletişim kuramazken, o adeta bir
çevirmen görevi görür. Modern yaşamın dişlileri onu henüz öğütmemiştir. Seyirci
için böylesine bir mesaj günümüz yaşam koşullarını göz önünde bulundurduğumuzda
çok romantik gelse de, yönetmen bunun tam olarak farkında olup bizlere bir
sancıyı betimler, tam anlamıyla bir çözüm üretmez. Çölden kurtulan o iki
kardeşin tekrar topluma katılacağını ve teknolojiye dayalı yaşama geri
döneceğini biliriz. Asıl önemli olan bu bilgi değildir. Önemli olan filmin
finalinde gördüğümüz gibi çöle özlem duymak ve doğadan kopuşun yarattığı
eksiklik duygusunu son kertesine kadar hissetmektir.