25 Şubat 2016 Perşembe

Dehşetin İzleri: Ivan’s Childhood


İkinci Dünya Savaşı, şüphesiz insanlık üzerinde en fazla etkiye sahip olayların başında gelir. Çağımızın deliliğinin keskin bir ifadesidir. Belleğimizde unutulması mümkün olmayacak bir yer edinmiştir. Bu deliliğin milyonlarca insanın ölümüne ve silinmesi mümkün olmayan toplumsal yaralara yol açtığını bildiğimiz halde hala bu güç oyunlarını uluslararası arenada net bir şekilde görebiliriz. Ve her vakit aklımıza üçüncü bir dünya savaşı ihtimali gelir. Bunun sebebi günümüzde petrol veya genel anlamda enerji kaynakları olarak gözükse de aslında bu yaşananlar yüzyıllardır değişmeyen bir iktidar mücadelesinin sonucudur. Tam da bu noktada Tarkovsky’nin eleştirisi gözümüze çarpar. Tarkovsky, sinemanın insanlığa hiçbir şey öğretemeyeceğinden söz eder. Çünkü insanlık son dört bin yıldır hiçbir şey öğrenemeyeceğini açık bir şekilde kanıtlamıştır. Bu vurgu esasında sahte kahramanlık hikâyelerine ve çoğu savaş karşıtı filmdeki didaktik anlatıma karşıt bir tutumun göstergesidir.

Savaş bir çocuğu olgunlaştırmaz ama ondan çocukluğunu almaktan da geri durmaz. İvan’ın çocukluğu da bu sebepten heba olur. Tarkovsky, henüz ilk uzun metraj denemesinde oldukça cesur yaklaşımlar izlemekten çekinmemiş, hatta gerçek anlamda ustalığa geçişini bu film ile birlikte yaşamıştır. İvan’ın Çocukluğu bu sebeplerden ötürü, tipik bir savaş filmi asla değildir. Film, yorumlanması güç rüya sekanslarından ve güçlü mizansenlerden oluşur. Filmin henüz başında, belki de sinema tarihindeki en başarılı rüya sahnelerinden birini görürüz.
Cennetten Kovulmak: İlk Rüya Sekansı
Guguk kuşu sesleri eşliğinde açılan filmde, İvan dallarını örümcek ağları sarmış olan bir ağacın arkasında tedirgin bir ifadeyle etrafına bakar. Bu açılış sade ve etkili bir şekilde oluşturulmuş olan rüya sekansının ilk birkaç saniyelik kısmıdır. İvan’ın kapana kısıldığını, kendi yaşamını sembolize eden henüz olgunlaşmamış olan ağacın dallarındaki örümcek ağından anlarız. Ve guguk kuşunun çıkardığı seslerle de bu anlatım daha da güçlenir. Bilindiği üzere guguk kuşları yumurtalarını başka kuşların yuvalarına bırakıp giderler. Böylece doğan guguk kuşları farklı bir kuş cinsiyle, ait olmadığı bir ortamda yetişmiş olur. Bu da İvan’ın yaşama adım attığı atmosferi anımsatır bizlere. Savaşın ve deliliğin zamanlarındaki bir çocuğun düştüğü içinden çıkılması güç durumu, Tarkovky filmin henüz başındaki bu planla açık bir şekilde ifade eder. Kameranın yükselmesiyle birlikte ise İvan’ın cennet bahçesini andıran bir mekânda dolaştığını görürüz. Önce bir keçi göze çarpar. Keçiyi gören İvan oradan uzaklaşmaya çalışırken beyaz bir kelebek görür. Hristiyan inanışında sıklıkla şeytan temsilinde kullanılan keçi, filmde kendini savaş ve delilik olarak gösterir. İvan’ın gördüğü kelebek ise özgürlüğü ve ıskaladığı çocukluğunu anımsatır. Hristiyanlıkta kelebek, Âdem’in cennet bahçesindeki ruhudur. İvan’ın kelebeği gördükten sonraki yükselişi de bilgisizlikten bilgiye doğru bir geçiştir. Çünkü göğe yükselme sırasında göze çarpan ağaç dini anlatıdaki bilgi ağacına denk düşer. İvan’ın yükselişinin ardından bir anda yere doğru düşüşünü de bu anlatı aracılığıyla anlamlandırabiliriz.
İncil'deki anlatıda, Âdem ve Havva şeytanın dolduruşuna gelerek yasak olan bilgi ağacından kopardıkları elmayı yerler ve Tanrı onları sürgün eder. İnsanlığın dünyaya düşüşü bu şekilde meydana gelir. İvan’ın -sembolik anlamda- dünyaya düşüşü sırasında ise yoldan geçen bir kadın ve onun hemen arkasında bir kuyu görülür. Kadın daha sonradan anlayacağımız kadarıyla İvan’ın annesidir. Yani onu maddi dünyaya getirecek olan aracı. Kuyu da ana rahmine bir göndermedir. İvan, düşüşle birlikte kendini ağaç köklerinin sıralandığı bir yerde bulur. Ağaç kökleri, dünyaya gelişin yani yaşamın başlangıcının ifadesidir ve İvan, yüzüne vuran ışık huzmesi ile dünyayla tanışır. Annesinin taşıdığı kovadan içtiği suyla birlikte İvan’ın yaşamı başlar. Fakat bir anda ürkütücü bir ses duyulur ve rüyanın aslında bir kâbus olduğunu anlarız. İvan, savaşın tam ortasında bir harabenin içinde uyanır.

Andrei’nin Çocukluğu
İvan dışarı çıktığında, uyandığı harabenin bir değirmen olduğu görülür. Tarkovsky, savaşın emek üzerinde etkisini gösterir. Aynı zamanda da Sovyet rejiminin kurulduğu temellerin savaş nedeniyle nasıl sarsıldığının bir göstergesidir. İvan’ın daha sonra sular altında kalmış bir ormanda ilerleyişini görürüz. Bu şüphesiz rüya sekansındaki ormanı anımsarsak, insanlığın kendi kendini getirdiği noktanın bir vurgusudur.
İvan karargâha ulaştığında Üsteğmen Galtsev ve diğer askerler tarafından dikkate alınmaz. 12 yaşında basit bir çocuk olmadığını her fırsatta göstermeye çalışır. Yarbay Gryaznov ve Yüzbaşı Kholin, İvan’ı sevdikleri halde cepheye göndermekten çekinmemişlerdir. İvan için bu üç karakterin film boyunca önemi gitgide artar. Yeni tanıştığı Üsteğmen Galtsev, İvan için bir anne rolü üstlenir. Sürekli Galtsev ile atışan Kholin ise baba kimliğine bürünmüştür. Bunu tipik bir ast-üst ilişkisi olarak değerlendirebiliriz lakin film boyunca birçok sahnede bu kimlikler istemli bir şekilde karakterlere giydirilmiştir. Örneğin; İvan’ı, savaşın ardından kimin evlat edineceğinin konuşulduğu sahnede ast-üst ilişkisiyle sınırlanamayacak bir gerilim oluşur. Galtsev, sürekli Kholin’in İvan hakkındaki tutumunu eleştirir. Bu gerilim Tarkovsky’nin kendi çocukluğuna dair ipuçları barındırır.

Babası Arseny, Andrei daha beş yaşında iken aileyi terk eder. Ve bu Tarkovsky’nin hayatında bir dönüm noktasını oluşturur. Tarkovsky’nin babasına karşı duyduğu karmaşık duygular onu hayatı boyunca takip eder ve sinemasında da bu etki oldukça yoğun bir şekilde hissedilir. Fakat bazı sinema yazarları bu etkinin sinemasındaki Tanrı arayışının da bir sebebi olduğunu dile getirip Tarkovsky'nin aradığının aslında bir baba figüründen ibaret olduğunu belirtirler. Baba figürünün etkisini yadsımamakla birlikte bu genelleyici yaklaşımın oldukça yetersiz olduğunu belirtmekte fayda var. Babasının terk edişiyle birlikte ise Tarkovsky’nin annesiyle olan bağı daha da kuvvetlenir. Dünyaya karşı tamamen savunmasızken ona kol kanat geren tek dayanak noktası annesidir. Anneden kopuşu ile kendini savunmasız ve yalnız hisseden Tarkovsky, anne bedenine geri dönmek ister. Dünyaya atılmış olmaktan duyduğu üzüntüyü de sinemasında sıklıkla dile getirir. 

İkinci Rüya Sekansı
Tarkovsky, bu rüya sekansında daha muğlak bir anlatım yoluna gider. Anne ile özdeştirdiğimiz Galtsev, İvan’ın uyuyakaldığını görüp onu yatağına yatırır. İvan’ın uykuya dalışı ile birlikte rüya sahnesine ustaca geçiş yapılır. İvan, annesi ile birlikte kuyunun ağzında konuşmaktadır. Annesine kuyuya yansıyan yıldız hakkında sorular yöneltir. Yansıma, hakikatin bir görüntüsünden ibarettir. Yine de İvan onu elde etmeye çalışır ve annesinin ölümüne tanık olur. İvan'ın sürekli rüya görmesinin sebebi ise savaşın atmosferinden bir anlıkta olsa sıyrılmaktır. Fakat ilk rüyada olduğu gibi bu rüyanın da sonu annenin ölümüyle biter. Ana rahmini sembolize eden ve anne bedenine dönüşün bir göstergesi olan kuyu ile İvan, annesiyle olan bağının kopuşunu uyanarak yani gerçeğe dönerek bir kez daha yaşar. Rüyadan uyanan İvan, Galtsev’e rüyasında sayıklayıp sayıklamadığını sorar. Bu, savaşın, insanı kendi kimliğinden ne kadar uzaklaştırdığının bir göstergesidir. On iki yaşındaki bir çocuk bile aciz görünmekten korkmaktadır.

İvan, kendini almaya gelen Yüzbaşı ile birlikte karargâha döndüğünde, Yarbay tarafından askeri okula gönderileceğini duyup çılgına döner. Yarbay’la tartışır fakat onu bu karardan vazgeçiremez. İvan bu duruma sinirlenip karargâhı terk eder. Bu peşi sıra gördüğümüz sahnelerde en çok dikkati çeken isen Tarkovsky’nin mizansen üzerine verdiği uğraştır. Odadaki tartışma sahnesinde arka fonda devam eden savaş hazırlığını görürüz. Aynı şekilde İvan’ın karargâhı terk ettiği sırada da yine oldukça canlı bir atmosfer vardır.

Filmin en can alıcı noktalarından biri olan, çatısı ve duvarları tamamen yok olmuş evinde beklemekte olan ihtiyarın yer aldığı sahne ile birlikte ülkenin genel bir portresi çizilir. Sadece kapısı ve bacası kalmış olan ev, dönemin Sovyetler Birliği’dir. Savaş, ülkeyi tam anlamıyla bir harabeye çevirmiş ve bir yaşam alanı bırakmamıştır. Hüküm süren sadece delilik ve vahşettir. İhtiyarın yanında bekleyen horoz ise bulunulan mekândan kurtulamayışın bir sembolüdür. Horozun kanatlanıp uçamaması gibi insanoğlu da yaşanılan bu vahşetten kaçıp kurtulamaz.

Yüzbaşı Kholin ile Üsteğmen Galtsev arasındaki ilişki Masha ile daha da gerilir. İkisi de Masha’ya karşı boş değildir. Fakat bu sahnelerde asıl önemli olan Masha’nın yani filmde görülen tek kadın askerin, erkeklerin karşılıklı güçlerini sınadıkları bir ortamda yaşadığı çaresizliktir. Kholin’in kendisine yaklaşmasına izin vermezken, örümcek ağına takıldığını söyler. Ve ardından sadece örümceklerden korktuğunu dile getirir. Bu Kholin’e biçtiği roldür. Bu gerilimli atmosferde bulunan üç karakterin ilişkisini filmin yüzeyde kalan katmanına bakarak irdelemeye kalktığımızda büyük bir bocalama yaşarız. İvan'ın anne ve baba figürünün yerini dolduran, Galtsev ile Kholin'in ilişkisiyle birlikte bu üçgen incelendiğinde ise daha ayakları yere basan bir okuma yapılabilir.
Filmin belki de en önemli kısımlarından biri de bu sahnede gerçekleşir. Yüzbaşı Kholin, Masha’yı hendekten karşıya geçirirken öper. Biraz zorlama olmakla birlikte alt açıdan çekilen bu planda oluşan şekli CND’ye (Campaign for Nuclear Disarmament) yani Nükleer Silahsızlanma Kampanyası’nın sembolüne benzetebiliriz. Tarkovsky, Sovyet rejiminin sansürüne maruz kalmamak için nükleer karşıtlığını böylesine kapalı bir şekilde vermiş olabilir. Filmin çekildiği yıllarda devam eden soğuk savaş, yeni bir dünya savaşının yaklaştığının habercisiydi. Çekilen birçok Sovyet savaş filminde yer alan kahramanlık hikâyeleri de Tarkovsy’nin hiç hoşuna gitmez. Çünkü savaşın kazananı yoktur. Kazanıldığı söylenen şeyler ise diğer tarafın kaybettikleriyle yapılan bir kıyastan ibarettir. Tarkovsky, dünyanın gidişatına karşı duyduğu umutsuz tutumunu, en azından bu planla birlikte bir çıkış noktası sunarak ifade eder. Savaşa ve deliliğe karşı tek kurtuluş yolu olarak aşkı yani genel anlamıyla sevgiyi gösterir.

Mahşerin Dört Atlısı
İvan, Galtsev’in okuması için uzattığı kitabı eline aldığında karşısına Albrecht Dürer’in “Mahşerin Dört Atlısı” tablosu çıkar. Dürer’in bu tablosu İncil’de adı geçen kıyamete yakın ortaya çıkacağı düşünülen dört atlıyı konu edinir. En sağdaki elinde yay bulunan atlı, kral İsa temsilidir. Elinde kılıç bulunan savaşı, terazi bulunan ise açlığı ve kıtlığı temsil eder. Tablonun en solunda bulunan ve İvan’ın özellikle üstünde durduğu atlı ise ölümdür. İvan, sayfayı değiştirdiğinde resmin üzerine düşen beyaz sayfanın ortasındaki bir kısım kesilmiş gözükür ve bu kısımdan yerde yatan bir insan figürü görünmektedir. Asıl ilginç olan ise o kısımdayerde cansız yatan kişi İvan’a benzemektedir.

İvan sayfayı çevirdiğinde Dürer tarafından yapılan bir başka resim çıkar karşısına. Tabloda bir Alman diplomat olan Ulrich Varnbuler’in portresi vardır. İvan’ın tepkisi ise yine çok sert olur. Almanların yazarları olmadığını, onların meydanda kitapları yaktıklarını söyler. Bu İvan’ın ruhsal durumunu anlatan filmdeki en önemli kısımlardan biridir. Ve bir sonraki sahnenin adeta bir hazırlığıdır.

"Hiçbirimiz 19 yaşından büyük değil. Bir saat içinde kurşuna dizileceğiz. İntikamımızı alın." yazar İvan’ın savaş provası yaptığı odada.  Elem Klimov’un Come and See (1985) filmini anımsatır bu duvar yazısı. Klimov’un başyapıtı ile birlikte İvan’ın Çocukluğu da savaşın çocuklar üzerindeki etkisini en gerçekçi şekilde yansıtan eserlerin başında gelir. İvan tarafından gerçekleştirilen bu savaş provasının çekimi de muazzam bir yönetmenlik başarısıdır. Bu sahnedeki ışık oyunları gerçekten usta işidir. Bu sahnenin asıl dikkate değer yanı ise Naziler ile özdeştirilen üniformanın Kholin’e ait oluşudur. İvan’ın Galtsev’den ödünç aldığı bıçak ile birlikte anlam tümüyle değişir. Bu yüzden İvan yerine rahatlıkla Tarkovsky’i koyma şansı yakalarız. Bu sahnede Nazi söyleminin altında Tarkovsky’nin babasına duyduğu karmaşık duygular da gün yüzüne çıkar.
Üçüncü Rüya Sekansı
Dini anlatıda yer alan cennetten kovulma hikâyesinde, bilgi ağacından koparılan elma, insanlığın maddi boyuta geçişinin ifadesidir. Filmde bulunan üçüncü rüya sekansında ise İvan, karşısında bulunan Havva’yı temsil eden kıza elma uzatır fakat kız sürekli kafasını oynatarak yanlış elmayı uzattığını ima eder. En sonunda İvan doğru elmayı yani yasak elmayı uzattığında ise kızın ifadesinin üç planda değişimi verilir. Atların arabadan düşen elmaları yemesi de okumaya açık bir kısımdır. At daha çok özgürlüğün bir ifadesi olarak kullanılır filmlerde. Fakat bu anlatı da bana kalırsa, savaşın ve gücün bir sembolü olarak kullanılmıştır. İvan’ı rüyasından uyandırdığında Kholin, onu savaşın göbeğine ve sonuç olarak ölüme gönderecektir. Bu şekilde bir ilişki kurmaya çalıştığımızda, atların yüzyıllardır savaşlarda kullanıldığını hesaba katarsak böyle bir okuma doğru olarak gözükebilir. Fakat yine de bu rüya sekansı oldukça muğlak bir anlatıma sahiptir.


İvan on iki yaşında olmasına rağmen ülkesinin bekası için elinden geleni yapan biri değildir. Her şeyi elinden alınmış bir çocuktur sadece. Zafer kazanıldığında Galtsev ölenlerin arasında İvan’ın da resmini bulur. Film boyunca tam anlamıyla ne bir savaş sahnesi ne de bir ölüm gösterilir. Fakat anlatı hiçbir şekilde çarpıcılığını yitirmez. Filmin finalinde yer alan ve rüya sahnelerinin bir devamı gibi gözüken sekans ise dünyadan kopuşun bir ifadesidir. İvan’ın kumsalda gördüğü ağaç yaşam ağacıdır. Nitekim İvan’ın denize yani sonsuzluğa doğru koşuşu ile film biter. Son planda İvan’ın elinin ağaca ve güneşe doğru uzanışı, göksel olana doğru bir yükselişi gösterir. İvan’ın Çocukluğu, savaşın istatistiklere sığdırılamayacağını gösteren bir cinayetin portresidir.

12 Şubat 2016 Cuma

Yusuf'un Düşleri: Yumurta

“Bunca yıl bu gücenik macera beni tutuklu kılan
artık bu yaşa erdirdin beni, anladım
gençken almadın canımı, bilmedim
demek gökten ağsa bile tohum yürekten düşecekmiş
çünkü hataya bağışık büyük hatadan beri nezaret yer
çiğ tanesi sanmak ne cüret, gözyaşıymış
insanın insana raptolduğu cevher.
Şimdi tekrar ne yapsam dedirtme bana yarabbi
taşınacak suyu göster, kırılacak odunu
kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde
bileyim hangi suyun sakasıyım ya rabbelalemin
tütmesi gereken ocak nerde?”
(Münacaat, İsmet Özel)



  Yumurta (2007), Yusuf’un kıssada da olduğu gibi atıldığı kuyudan kurtulmasının hikâyesidir. Düşman dışarıda bir yerde değil, daha da kötüsü içeridedir, hem de kendi içinde. Yetişkin Yusuf için esasında mekân artık bir önem bile teşkil etmemektedir. Yusuf şehirde de taşradaymış gibi yaşar. Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak (2002) filmindeki Mahmut neyse Yusuf da odur. Fakat bir ölüm ve ardından taşraya, yani geçmişe yapılan bir yolculuk, Yusuf’un kendi iç dünyasına yaptığı yolculuk olacaktır.
1
Film, yaşlı bir kadının elindeki çanta ile değişik doğa ve hayvan sesleri eşliğinde kameraya doğru yürümesiyle başlar. Hikâye ilerledikçe bu kadının Yusuf’un annesi olduğunu anlarız. Yaşlı kadın kameraya yaklaştıktan sonra durur ve kadrajdan çıkar. Devinim durmuştur ve kameranın takibi ile yaşlı kadının uzaklaştığını görürüz. Semih Kaplanoğlu’nun kendisi için çok önemli olduğunu belirttiği bu sahne, film için de büyük önem teşkil eder. Yaşlı kadın, kameradan uzaklaşırken ufukta servi ağaçları görülür. Servi, ölümün simgesidir. Yaşlı kadın ölüme yürür, vadesi dolmuştur. Annenin ölümü fiziksel anlamda bir yok oluşu gösterse de, anne film boyunca Yusuf’un kendi ruhuna yaptığı yolculuğun rehberi olur. Yusuf şehirdeyken, onun adına taşradaki insanlara kitaplar gönderir, Ayla’yı Yusuf için bir eş olarak seçer ve yine Yusuf’un gönderdiğini söyleyerek ona hediyeler alır. Bunlar Yusuf’un taşradan kopuşunu engellemek için anne tarafından atılmış adımlardır.
Yusuf, annesinin ölüm haberini aldığında, kendisi için şehirde bir sığınak olan kitapçı dükkânında beklemededir. Hayatı askıya almıştır âdeta. Güzel bir kadının dükkâna girişi bile onun ilgisini çekmez. Hayata karşı bütün arzusu yok olmuştur. Annesinin ölümü ile birlikte bu yaşantıdan kurtularak, taşraya yolculuğa çıkar. Cenaze sırasında avucuna para sıkıştırdığı çocuk, evde kahvaltı sırasında parayı geri uzatır. Yusuf artık evine geri dönmüştür ve unuttuğu koşulsuz sevgiyle tekrar karşılaşır. Yumurta metaforu bu minvalde önemli bir yer teşkil eder, Yusuf’un düştüğü bu kuyudan çıkışı, aynı zamanda bir kuluçka dönemini anımsatır. Seçil Büker ve Hasan Akbulut’un ifadesi ile “Filmin adı ile mekânı arasında da sıkı bir ilişki olduğu söylenebilir. Zira yumurta, taşrayı çağrıştırır, büyük şehri değil. Ayrıca yumurtanın gelişmesi, olgunlaşması ve nihayetinde içinden bir canlıyı çıkarması için gerekli özel koşullardan birisi sessizlik, diğeri de sıcaklıktır.” Bu anlamda Yusuf için taşra gerekli koşulların oluştuğu mekândır. Fakat Yusuf annesinin cenazesini toprağa verdikten sonra şehre doğru yolculuğa çıkacağını düşünür. Cenazenin ardından ormanda uyuyakaldığı sırada bir rüya görür ve rüyada avucunun içindeki bir bıldırcın yumurtasının kırıldığını görürüz. Henüz evre tamamlanmamıştır ve Yusuf’un taşrada kalması gereklidir. Bunda ise vefat ettiği hâlde hâlâ hikâyenin belirleyicisi olan annenin isteği rol oynar.
3
Zehra Anne’nin adak isteği Yusuf’u zor da olsa taşrada tutmaya yeter. Aslında burada Ayla’nın da çok büyük önemi vardır. Yusuf her ne kadar görmezden gelmek istese de annesinin asıl isteği Yusuf’un Ayla’yla evlenmesidir. Ayla, Zehra Anne’nin son zamanlarında sürekli yanında olmuştur. Esasında o da taşradan kaçmak istemektedir ve Yusuf onun için şehri deneyimlemiş biridir. Bu açıdan Ayla’nın Yusuf’a bakışı, kendisine âşık olan elektrikçi çocuğa bakışından çok farklıdır. Yusuf’un Ayla’ya bakışı da zamanla değişir. Ayla, ayı ve bazı yıldızları çevreleyen ışık çevresi anlamına gelir. Yusuf’un kuyusuna yansıyan ayın etrafındaki hâledir esasında. Yusuf’un o karanlık iç dünyasını aydınlatacak yegâne ışık kaynağıdır.
Yusuf şehre dönmekten vazgeçtikten sonra geçmişine doğru bir yolculuğa çıkar. Önce kahvaltı sofrasında, cenazede verdiği parayı geri uzatan çocukta, kendi küçüklüğünü görür. Evden çıkarken Ayla’ya âşık olan gençte kendi gençliğini hatırlar. Tıpkı o genç gibi kendisi de âşık olduğu kadından olumlu yanıtı alamamıştır. Ardından okulun önünden geçerken gençken âşık olduğu o kadını görür. Esas şoku ise yaşlı bir adamın urgancı çıkrığında çalıştığını gördüğü sırada yaşar. Sara nöbeti geçirir ve ayıldığında salâyı kimin okuduğunu sorar. Yusuf’un nöbet geçirmesi, urganları görmesiyle gerçekleşmiştir. Üçlemenin son filmi olan ve Yusuf’un çocukluğunun işlendiği Bal’da (2010) sıklıkla kullanılan urgan, aynı zamanda babanın öldüğü sahneyi de anımsatır. Bu sahne Yusuf için bir çocukluk travması olan babanın ölümünün acı bir şekilde hatırlanışıdır.
5
Yusuf’un rüyası da urganları gördüğü sırada nöbet geçirmesini anlamlandırmamızı sağlar. Yusuf belki de urganları gördüğü sırada, düştüğü kuyudan çıkamayışını anımsamıştır. Bu rüya sahnesini izlerken aklımıza Mevlânâ’nın sözleri düşer: “Ey dünya kuyusuna düşmüş olan Yusuf! İp uzandı, onu iki elinle sıkıca tut. İpten gafil olma ve yakalamışken bırakma, çünkü ömür tükendi, akşam oldu.” Yusuf’un rüyası dini anlatıya açıkça bir gönderme olmakla birlikte aynı zamanda içinde kayda değer önemli bir detayı da barındırır. Rüyada bir kuş yuvası göze çarpar. Bu esasında Yusuf’un kendi yuvası yani taşradır.
6
Filmin henüz başında hayata gözlerini yuman fakat etkisini filmin sonuna kadar devam ettiren Zehra Anne’nin isminin anlamı da oldukça manidardır. Zehra, aydınlık ve parlak olan kadın demektir. Yusuf’un kendi iç dünyasına yaptığı yolculuğa ışık tutar. Ayla ise Zehra Anne’nin açıkça bir elçisidir. Yusuf adağı gerçekleştirmek için bir elçi olan Ayla ile yolculuğa çıkar. Yolculuk sırasında Ayla bir atmaca gördüğünü söyler. Ve Zehra Anne’nin anlattığı bir hikâyeyi hatırlar. Ayla’nın Yusuf’a aktardığı bu hikâye bir atmacanın yılanın tekini kapıp havalanışı ve sonra geri yere bırakışı ile ilgilidir. Yılan ve atmacanın dünyevi olan ile ruhsal olanı sembolize ettiği söylenebilir. Filmin hikâyesiyle ilişki kurduğumuzda Zehra Anne ve Ayla esasında bir atmaca görevi görür. Yusuf ise sürünmekte olan yılandır. Hikâyede atmacanın yılanı kapıp havalanması ve ardından yere bırakması da bundan sonra yaşanacakların habercisidir. Zehra Anne’nin istekleri bitmiş ve Ayla’nın ısrarları artık tükenmiştir.
2
Yusuf annesinin neden adak adadığını düşünür. Ayla’ya sorar fakat cevap alamaz. Muğlak bırakılan bu kısım esasında Yusuf’un dönüşümüne yöneliktir. Annenin filmin başından beri oynadığı rehber rolü adağın yerine getirilişi ile artık son bulur. Yusuf annesine olan borcunu ödediğini düşünerek taşradan ayrılmaya kalkışır. Yusuf’un acelesi vardır belki ama taşranın yoktur, onun gidişine izin vermez. Çünkü Yusuf’un kaçışı bir kurtuluş değildir, aksine rüyasında olduğu gibi sürekli tekrar eden bir düşüştür. Şiirselliğini çoktan kaybeden şair, annesinin ölü bedeninin karşısında ağlayamamıştır belki ama gitmesine izin vermeyen o çoban köpeğinin karşısında bütün duygularını açığa vurur. Yusuf’un gözyaşları esasında duygusal olarak buzlaşmış olan tüm iç dünyasının eriyişidir. Yusuf sabah olduğundan eve geri döner. Ayla, evde Yusuf’u gördüğünde eline yumurtayı uzatır. Yusuf filmin başında dükkâna giren kadını görmemiştir belki ama Ayla’yı görür. Yolculuk tamamlanmış ve Yusuf düştüğü kuyudan kurtulmuştur. Yusuf’un dönüşümü akıl yürütmeyle veya başka bir şekilde gerçekleşmemiştir, Yusuf’u yönlendiren sezgileridir. Yumurta, hakikate açılan kapılara sezgiyle ulaşılabileceğini bir kez daha gösterir.

KAYNAKÇA
Mesnevi Tercümesi, Mevlana (Çeviri: Şefik Can, İstanbul Ötüken Yayınları)
Yumurta: Ruha Yolculuk, Seçil Büker ve Hasan Akbulut (Dipnot Yayınları)
Bir Yusuf Masalı, İsmet Özel  (Şule Yayınları)